Ruhun yeni labirentleri
Bence “Belki Stockholm’de bir banka soymalıyım” sözü akıl almaz bir çılgınlık yapmak değil; Bu içsel düşünceden kurtulmanın bir yolu yok demektir. Yani çok garip bir şey yaparsam, mesela Stockholm’de bir banka soyarsam, muhtemelen hayatıma bir değişiklik, bir renk, bir hareket girer… Ama bu da bir ihtimal! Herhalde Fuat Eren bu cümleyi söyler söylemez bunun olmayacağını anladı. Çünkü delilik çağı sona erdi. Artık hayal kırıklığı çağındayız; İçe kapanma/kapanma çağındayız. Sanırım bu kitabı bu kadar ilgi çekici yapan da bu, kısa sürede iki baskı yapmış olması. Herkesi, özellikle gençleri, yani o gergin durumun ortasında bunalımların ortasında durup hayata tutunanları, olup biteni anlayamayanları en az sağduyuyla bir araya getirmek.
Hepimiz çemberin üzerinde geriliyoruz, tıpkı çemberin içinde sıkışıp kaldığımız gibi. “Ben bu bilmeceye ait değilim” diyen şiirin konusu, yani bu dizedeki ‘ben’, o kadar da birinci tekil şahıs değildir. Çünkü takip eden âyet-i kerime, bu bağdaştıramamanın kaçınılmaz sonucunu, “Kırmızı kurdele ile süslenmiş hediyemi başkası açar” şeklinde tarif etmektedir. Diğeri de muhtemelen mutlu değil. Çünkü kendi kırmızı kurdeleli ikramını açamıyor ve bir obur onunkini açıyor. İkram elden ele dolaşıyor diyemeyiz, kimse kendi ikramına sahip olamaz, sonuçta kimse kendisine ait olanı alamıyor, muhtemelen farkına bile varamıyor diyebiliriz.
Fuat Eren şiirlerini bu ruh haline uygun olarak soğukkanlılıkla yazmıştır. Şiirlerde okuyucuyu sarsacak, bir yerden bir yere savuracak kelime oyunları, zorlama resimler ya da telaffuzlar yoktur. Lirik şiirin alışılagelmiş söyleyişleri ve duru bir anlatımla karşı karşıyayız… Şiirlerin etkileyiciliği de bu dinginlikten ve ruh halinin, yani ruhun labirentlerini kendinden emin bir şekilde ortaya koymasından kaynaklanıyor sanırım. Ancak bu labirentte tahmin edebileceğimizden çok daha fazla insan olduğunu da anlıyoruz.
Her yönden olumsuzlukları yansıtan çizgiler, olumsuzlukları ortadan kaldırmaz; olumsuzluk durumunu ortaya koyar ve okuyucuyu o ‘durum’la baş başa bırakır. Örneğin Otopsi adlı şiirde “Kaslarım yanıyor, soluğum kesiliyor / Tatlılar birikti damağımda / Yeniden adını koyuyorum yolculuklarımın / Yorulsam ben” mısralarına rastlarız. Yorulamıyorum / Yutsam bu yumru gitmeyecek”. Ayetler yine birinci tekil şahıs, ben diliyle yazılmıştır. Ama nasıl bir benlikle karşı karşıyayız? Kasları yanmış, nefesi kesilmiş ve damağında tatlılar birikmiş bir köstebek. Yorulsa bile, gerçekten yorulamaz. Yutsa da boğazındaki düğümden kurtulamaz. Sadece şiirin konusu değil, elindeki kuş bile aynı durumdadır: “Mavi bir kuştur elimden uçup/nereye uçsa burada değil sanır/nereye konsa ben. ben”. Aslında bu kuşta olamama hali kuştan değil şiirin öznesinden yani şiirdeki ‘ben’den kaynaklanır. Çünkü kuş elinden havalanır ve nereye konarsa, yine şiirin konusuna konur. ‘Ben’ aslında burada bir kısır döngüdür. Sadece kendisini değil, temas ettiği canlı cansız herkesi ve her şeyi içine çeker, hapseder ve tabiri caizse yavaş yavaş çözer. Mesela “aynı anda yalnız kalacağımız şehirlere/gidebilseydik” mısrasında iki kişilik bir özlem var. Bir oburla (muhtemelen bir sevgili) gitme arzusu söze dökülür; ama gidilmek istenen yer, ikisinin de aynı anda yalnız kalacağı bir şehirdir. Ondan sonra aklıma “o zaman her yer bana yabancı” mısrası geliyor. Gitmek istediği yer (aslında her yer) ona yabancıdır, tıpkı şimdi şiirin konusunun olduğu yer gibi. Ancak ilk satırda “gidebilseydik” demesi ve esere bir başkasını dahil etmesi ister istemez onu kendisiyle birlikte yabancı bir yere götürmesi ve gideceği yerde kendisini yabancı hissetmesi ile sonuçlanacaktır.
ŞİMDİ DEĞERLENDİRMEK İÇİN SIKI BİR ŞİİR GEREKİR
Peki, en geniş anlamıyla şiirsel bir yer olarak dünya nasıldır? Yağmur yağacak yeri olmayan bulutlar, bin yıllık çınarın üzerine düşen şimşekler, tüpü tükenmiş bir dalgıcın su yüzüne çıkma çabası ve ne olursa olsun sığamayan tavşanlarla dolu bir yer burası. taktığımız şapka. Ve böyle bir dünyada kimse gecenin ışığına inanmaz. Aslında Fuat Eren, tüm bunlardan insanların sorumlu olduğunu hissettiriyor bize. Bu anlamda insanlık için birer itiraf sayılabilecek şu satırlar değerlidir: “Yanağımız gülüyor / Sentetik ormanlar kuruyoruz, plastik çayırlara çıkıyoruz / Ağzımıza bir tutam ot alsak / yaralarımızı temel sardı…” Elbette ormanı sentetik, çayırı plastik yapanın kim olduğu belli. Ve yaralarını vakıfla saranlar. Ancak bu durumdan kurtulmak için bir karşı argüman, bir teklif getirmediği ve dünyayı bu duruma getirenlere karşı sesini yükseltmediği için bunu bir durum tespiti olarak sunuyor. Sadece sesini değil, imajını da yükseltiyor. Aslında bunun nedenini yine şiirlerden yola çıkarak anlıyoruz. Köz adlı şiirinde “bu yönsüzlük artık canımı sıkmıyor” diyerek durumu kabullendiğini beyan eder. Vicdan ve hata arasında bir yerde sıkışıp kaldığı için nereye dönse aynı manzarayı görür. Son olarak, “Gemisini kaybetmiş bir çapayım” itirafını pekiştiriyor. Aslında bu itiraf, kitabın başlığından yola çıkarak söylediğimizi pekiştiriyor. Gemisini kaybeden bir çapa Stockholm’de bir banka soymaya kalkışsa, bunu yapabilir mi, diyelim ki başardı, bu soygunun ona bir faydası olur mu? Kayıp gemi bu şekilde bulunabilir mi?
Olumsuzluğun olumlanmadığını, sadece olumsuzluk durumunun görünür kılındığını ve okuyucunun bu durumla baş başa kaldığını daha önce söylemiştik. Bu anlamda şair kendini pasif bir konumda tutar ve risk almaz. Ancak kitaptaki birkaç şiirde bu durumun aksine olumluluğun olumsuzlandığını görüyoruz. Burada şair daha aktif bir konumdadır ve belli bir risk demeyelim, sorumluluk alır. “Yerden düşen çiçek bize emanet/ Kadife, kırmızı ve solmaz/ Dokunulduğunda, hepsi ışıltılar güneşe dönüşüyor” cümlesiyle okuyucuyu içinde bulunduğu karamsar ruh halinden bir anda çekip çıkarıyor. Ama sadece bir an için! Bahsettiğim sorumluluk, bu umutlu anın ardından okuyucuyu yeniden karamsar bir havaya sokmaktaki el becerisinden ve isteğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu dizelerden sonra gelen dizeler şöyledir: “Ellerin küçük, sesim kötü/ Hangi şarkıyı çalarsak çalalım yetim kalıyoruz”.
Benzer bir durumu Kim O adlı şiirde de görmekteyiz. “Ellerim küçük bir yaprağa değdi/ o gün, bugün başım bahar kokuyor”. Eski zamanlarda küçücük bir yaprağa dokunmanın, o zamandan beri insanın başının bahar kokmasına neden olması, doğayla bütünleşmenin değerini ve doğanın insanlar üzerindeki olumlu etkisini doğrudan açıklıyor. Kısa bir süre sonra, kırsalın kent korkusuna ve kasaba meydanlarının insanın kanını donduran yalnızlığına ulaşıyoruz. Peki, o yaprağa dokunduğu için bahar gibi kokan insana ne oldu? Havanın soğuduğunu, ısındığını, tekrar soğuduğunu, bazen donduğunu, sonra tekrar tekrar yandığını şiirinin devamındaki mısralardan anlıyoruz. İçine sinen kokunun devam edip etmediği veya kaybolup kaybolmadığı bilinmiyor, ancak büyük olasılıkla hala donuyor ve yanıyor.
Bu karamsar duygu haline ruhun yeni labirentleri adını verdik ama bu hale birdenbire mi geldik, bu labirentin geçmişle bir bağlantısı yok mu? Elbette var. Bu bir sürecin sonucudur. Olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Kafasında tüylü şapkasıyla her gün içki içen amca sanırım bu süreci simgeliyor. Meyyitin Düğünü başlıklı şiirin son bölümü bu konuda bize çok değerli bir ipucu vermektedir: “Şimdi anlıyorum o tüylü şapkalı amcanın/ neden bu kadar içtiğini her gün/ Hisarüstü’nde rüzgar esiyor/ kazınan sözleri. yerde / şimdi ölmek için zor zamanlar geçiriyor. şiir gereklidir”. Bugünün hayal kırıklıkları, geçmişteki umutların kırılmasından kaynaklanmaktadır. Bugünün kayıpları, geçmişte kazanamadıklarımızın toplamıdır. O yüzden Fuat Eren’le aramızda bu kadar yaş farkı varken, bugün gemisini kaybetmiş bir çapayım diyebilirim. Yere kazınan o sözlerden birkaçını zamanında söylemiş olabilirim mesela. Ama küstah bir rüzgar onları süpürdü ve hala onları süpürüyor.
Bu nedenle, genç ve yaşlı herkesin sert bir şiire ihtiyacı vardır. Hiçbir şeyi düzeltmeyecek ama her şeyi telafi edecek sıcacık bir şiir.
duraganajans.com.tr